Ziya Gökalp – Kızıl Elma [Şiir]
Bir varmış, bir yokmuş, Tanrı’dan başka
Kimseler yok imiş, yakın zamanda
Bakû’da milyoner bir kız var imiş;
Türklüğü çok sever, yurda yâr imiş;
Adı Ay Hanım’mış, hanlar soyundan;
Anası Kırgız’ın Konrad boyundan.
Uzun boylu, kumral, yüksek alınlı:
Şerefli bir kökün güzel bir dalı.
Babası, annesi öldüler birden,
Kendisi Paris’te tahsilde iken;
Dayandı bu kahra, şevki sönmedi;
Tuttuğu mukaddes yoldan dönmedi.
İsterdi Turan’da mektepler açmak,
Hakikat nurunu ruhlara saçmak.
Bununçin lazımdı bilmek en yeni
Terbiye tarzını, tedris ilmini.
Bu yolda, arzusu kadar yükseldi,
Nihayet Paris’ten Bakû’ya geldi.
Biri erkeklere, biri kızlara,
İki mektep yapmak için mimara
Emirler vererek işe başladı.
(İstikbal Beşiği) mektebin adı.
Bir yanda inşaat devam ederken,
(Ay Hanım) meşhur bir ilim ehlinden
İslâm’ın ruhunu dahi öğrenmek
İçin çalışırdı, Garb’e yeltenmek
Ona kâfi gibi görünmüyordu:
“Şarkı da tanımak lazım” diyordu.
Diyordu: “Halk bahçe, biz bahçıvanız;
Ağaçlar gençleşmez aşıdan yalnız;
Evvelâ ağacı budamak gerek,
Aşıyı sonradan ulamak gerek.”
Bunun- cin her sabah evde kalırdı;
Sa’deddin Molla’dan dersler alırdı.
Bir akşam Ay Hanım ata binerek,
İstedi kırlarda biraz gezinmek.
Yanında tüccardan Bahadır Ağa,
Şehirden çıkınca saptılar sağa;
Ovada Cennet’ten bir eser vardı:
Bahardı, her yanda çiçekler vardı;
Esrarlı bir hüzün, dalgın bir neşat,
Gençlik, şiir, nağme, renk, koku, hayat…
Kevser saçar gibi bir huri eli:
Manevi bir mestlik ruhta münceli.
Vicdan fevkinde bir ruhani şuur
Duyardı muhitte bir gizli huzur…
Artık müphem değil aşkın manası;
Münkeşif hayatın loş muamması.
Bu anda Bahadır dedi ki, “Bakın
Bu gence, gözleri ne kadar dalgın!
Bakıyor görmeyen bir nazar gibi.”
Ay Hanım görünce titredi kalbi:
Kendine mün’atıf iki sabit göz
Camdan imiş gibi yok içinde öz;
Sarışın saçları uzun ve dağnık:
Mutlak ya şair, ya ressam, ya aşık.
İstiğrak halinde sanatkâr bir ruh;
Gözlerinde gaflet, kalbinde fütûh.
Ay Hanım, kısılmış gibi nefesi,
Dedi ki: “Ne kadar solgun çehresi!”
Kalbinde bir derin hicran duymuştu:
Umumi kanuna o da uymuştu.
Ertesi gün dersi mahzun dinlerken
Çıkmıyordu o genç bir an zihninden…
Bu hale hem şaşıp, hem kızıyordu;
Ruhundan bir gizli gam sızıyordu.
İsterdi yaşamak milleti için,
Kini vardı sevda illeti için…
Serseri bir aşka gönül bağlayan
Nasıl verebilir yurda yeni can?
Bu anda içeri giren hizmetçi
Dedi ki: “Kapıda duran bir genci
İkna etmek mümkün değil! Molla’ya
Bir şeyler soracak, ediyor rica:
Rüya görmüş, tabir istiyor sizden;
Derdine bir tedbir istiyor sizden.”
Ay Hanım anladı derhal geleni…
Eliyle tutarak çarpan kalbini,
Halini meydana vermemek için
Dedi: “Ben gideyim, buraya gelsin.”
Genç geldi, oturdu Molla’ya karşı,
Dedi ki: “Her kimin bir derde başı
Uğrarsa sizsiniz çare gösteren;
İşte bu ümitle size geldim ben…
İstanbul’da doğdum, Turgut’tur adım,
Ressamım; tabiat, büyük üstadım,
Yaya seyyahlığa sevk etti beni;
Her saat başında emsalsiz, yeni
Bir güzellik görür, tebcil ederim,
Büyük Sanatkâr’ı tehlil ederim,
Dün yürüyor iken, önümdeki yol
Ayrıldı ikiye: Bir sağ, biri sol…
Soldaki nereye gidiyor, diye
Sordum sakalı ak bir çiftçiye.
Dedi: “Bu yol gider Kızılelma’ya…”
Lakin ben bu sözü verdim şakaya.
Yürüdüm, az sonra bu şehri seçtim;
Yaklaştım, bir yerde kendimden geçtim.
İstiğrak mı bilmem, rüya mı bilmem:
Hem yokluk, hem varlık bir garip alem
Bir de ne göreyim! Atlı bir peri,
Gökten indi Cennet yapmak-çin yeri
“Sen kimsin, bu alem neresi?” dedim.
“Bu, Kızılelma’dır, ben perisiyim.”
Diyerek kayboldu; fakat hayali
Çıkmıyor ruhumdan… İşte bu hali
Size söyleyerek bir çare bulmak,
Kızılelma’ya bir emare bulmak
İçin size geldim; çünki her kime
Sordumsa dediler: “ Git o hakîme;
Sorduğum ülkeyi ancak o bilir;
Şimdi de kendisi nah bu evdedir.”
Tasdi’ ettim; Fakat görünüz mazur,
Çünkü bu dert bende koymadı şuur,
Lütfedip derdime verin şifayı:
Anlatınız bana Kızılelma’yı…
Bu şehir neresi, yolu nereden?
Şimdiye dek var mı oraya giden?
Perisi melek mi, yoksa beşer mi?
Beni kulluğuna kabul eder mi?”
Molla dedi: “Oğlum, Türk fâtihleri
İsterdi istila etmek her yeri;
Fethe lâkin bir tek hedef tanırdı,
Orayı kendine İrem sanırdı.
Bu mev’ut ülkeye, bu tatlı yurda
Vasıl olmak için hep bu uğurda
Yüzlerce defalar Türklük kaynadı:
Hind’i, Çin’i, Mısr’ı, Rûm’u kapladı.
Bütün payitahtlara, en son Çitler’e
Gitti; fakat asla bu meçhul yere
Yaklaşmadı; çünkü o mev’ut ülke
Değildi hariçte bir mevcut ülke.
Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır;
Fakat onun semti başka diyardır…
Zemini mefkure, seması hayâl…
Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal…
Türk medeniyeti taklitsiz, safi
Doğmadıkça bu yurt kalacak hafi…
Çok yerleri biz fethedebilmişiz;
Her birinde ma’nen fethedilmişiz.
Bir kişver almışız tabiiyete,
Uymuşuz ordaki medeniyete.
Bazen Hindli, bazen Çinli olmuşuz;
Arap, Acem, Frenk dinli olmuşuz.
Ne bir Türk hukuku, Türk felsefesi,
Ne Türkçe inleyen bir şair sesi…
Şair, hâkîm gelmiş bizden de, çokça
Kimi Farsi yazmış, kimi Arapça…
Fransızca, Rusça, Çince yazmışız,
Türkçe ancak birkaç hece yazmışız.
Bakınız mesela: Yazmış koskoca
Farabi Arapça, Karamzin Rusça;
Sina, Celaleddin, Zemahşeriler
Emeği Arap’a, Fars’a verdiler.
Buharalı Şevket, Genceli Hüsrev,
Firdevsi’ye yahut Sadi’ye peyrev…
Bugün bile birçok ediplerimiz
Frenkçe yazmayı sayarlar muciz.
Türkçe yazanlarsa lügat paralar,
Avrupa taklidi şeyler karalar.
Hakiki ruhumuz, safi dilimiz
Bağırır onlara: “Bize geliniz!
Bizdedir fikre his, hislere hayat,
Vicdanlara ilham, şaire kanat…”
Zekamızı sanki kiralamışız,
Her dilden kitaplar sıralamışız.
Türk’ün hem kılıcı, hem de kalemi
Yükseltmiş Arap’ı, Çin’i, Acem’i.
Her kavme bir tarih, bir yurt yaratmış,
Kendini başkası için aldatmış.
Öz işini daim yarım terketmiş:
Turfan’ı bırakmış, Orhon’a gitmiş.
Unutmuş evvelki elifbasını,
İlim ve fendeki itilâsını;
Yeniden bir yazı, bir yasa düzmüş,
Her zaman zihnini boş yere üzmüş.
Nice defa (Kanun), (Şifa) okumuş;
Dönmüş geri tekrar (Bina) okumuş…
Yok tarihimiz, var tarihlerimiz,
Bir burca girmemiş Merih’lerimiz;
Her biri parlamış bir başka gökte…
Aynı ruhu bulmuş yüzlerce gövde.
Ne tarihi vahdet, ne kavmi safvet!
Kızılelma işte buna işaret.
Millette olsa bir gizli ihtiyaç,
Milli vicdan bulur ona bir ilaç;
Türk bakmamış (İrem) yahut (Sabâ)’ya,
Demiş: “Gideceğim Kızılelma’ya.”
Maksadı gitmektir birliğe doğru,
Milli düşünceye, dirliğe doğru…
Bilir bir gün milli irfan doğacak,
Yeni Orhun, yeni Turfan doğacak.
İctimai bir yurt, kavmi bir tarih,
Edecek Türklüğü taklitten tenzih.
Fakat kim bilir kim yol(u) açacak,
Türklük ziyasını dehre saçacak…
Kim bilir ne vakit deha perisi,
Olacak bu yeni huldün Belkıs’ı.
Bu anda bir cezbe geldi Molla’ya
İlahi bir sesle girdi manaya:
Pirden sual ettim: “ Sevgilim hani?”
Dedi bana: “Önce kendini tanı!”
Tutmuşum elinden ben nagehanı,
Götürmüş beni bir gizli dünyaya.
Karanlık bir tufan, seyyal bir deycur!
Ne vücut, ne adem, ne gayb, ne huzur:
Nâr içinden henüz çıkmamıştı nur,
Tutulmuştu her şey kara sevdaya…
Umman coşkun akar, biz sal içinde
Bir yıldızböceği hayâl içinde
Işıldar gibiydi; bu hâl içinde
Dalmışız ikimiz aynı rüyaya.
Salımız –Şarapnel imiş cevheri-
Patladı, dağıldı hep misketleri,
Sormaksızın pirden bu acib sırrı
Dedi: Müsemmadır, geçti esmaya!”
Misketler de bir bir patlar, onlardan
Yeni şarapneller fırladı her an.
Biz bunlardan biri üstünde, hayran,
Girmekte idik bir yeni fezaya.
Denizden ırmaklar, ırmaktan çaylar
Doğdukça, salımız daha çok haylar,
Kaynaktan bizim-çin ayrılan paylar
Götürdü bizi başka mevaya.
Salımız balonmuş, havayı deldik,
Safralar atarak daim yükseldik,
Nihayet Adem’in gözüne geldik
Oradan hasretle baktık Havva’ya.
Durmadık biz, kimi Sina’da kaldı,
Kimi, “Erdim!” dedi, semada kaldı;
Kimi arşa çıktı, alâda kaldı…
Döndüler baktılar akan deryaya.
Salımız fişenkmiş, bizi uçurdu,
Her düşen lem’ası bir cihan kurdu;
Kimi Londra’da, Paris’te durdu,
Kimisi bağlandı yeşil hurmaya.
Züleyha Yusuf’ta buldu özünü,
Ferhat Şirin’ine dikti gözünü;
Şerh edememişken sevda sözünü
Mecnun kavuşmuşum sandı Leyla’ya!
Sevda bir kanattır, uçmayan bilmez,
Bu yolu ne atlı, ne yayan bilmez;
Bir güzel var, hüsnü hiç pâyan bilmez,
Tekâmül denilir bu nazlı aya.
Salımız gönülmüş, uçtu hülyada,
Dinlenmedik hiçbir tatlı rüyada
Son arzumuz budur fani dünyada:
“Türk’üz, varacağız Kızılelma’ya…”
Turgut bu sözlerden bulmadı şifâ,
Çıktı, gitti, gönlü dolu “Va hayfa!”
Diyordu “Leylasız bir Mecnun gibi
Nasıl yaşayayım söyle ya Rabbi?”
Ay Hanım duymuştu bütün sözleri,
Bu fikri zihninde sürdü ileri:
“Kızılelma yokmuş, fakat lazımmış,
Turan hayatına bu bir nâzımmış;
Her hayal bir hakikat olabilirken,
Var etmemek niçin bunu şimdiden?
Mademki Türklüğün derdine derman,
Bu imiş, ne için koşmamak heman?
Mademki ne Hind’de, ne Çin’de imiş,
Türklerin ruhunun içinde imiş;
Değilmiş Arap’ta, Acem’de, Rûm’da:
Unutulmuş kökü Karakurum’da…
İngiliz, Fransız, Rus’ta değilmiş,
Nereye düşmüşse biraz eğilmiş;
Bulalım biz onu vicdanımızda
Bir güneş yapalım Turan’ımızda.”
Düşündü… Düşündü… Kararlaştırdı;
Bir gün yurtçuları bütün çağırdı,
Dedi: “Türk irfanı, serbest bir toprak
İster ki orada eylesin işrak…
Ne Bakû, ne Kazan, ne de İstanbul
Bu yeni hayatı edemez kabul.
Burada hürriyet siyasi değil,
Orada lafzı var, manâsı değil.
Burada Türkçeden memnu evladın,
Orada zincirden çıkamaz kadın…
İsviçre’de bir Türk köyü, bir şehir
Yapalım; oradan yeni bir nehir,
Bir irfan ırmağı aksın Turan’a…
Irmak döner elbet bir gün ummana.
Taklitsiz salt ibda, iktiran ile
Doğmuş bir marifet Türklüğe şule,
Bütün Türklüğe aynı şuleyi,
Saçsın ki gönüller birleşsin iyi.
Hakim, şair, edip, sanatkâr, tacir
Hepsi bu beşikten yetişip bir bir.
Kimisi Kaşgar’a, kimi Altay’a,
Kimisi Kazan’a, kimi Konya’ya,
Her biri giderek bir oymağına,
Götürsün od, ışık Türk ocağına
Daniş encümeni, darülfünunlar,
Burada kök salsın, her yere bunlar
Kollar ataraktan, aynı hikmeti
Dağıtıp yükseltsin büyük milleti…
(Kızılelma) olsun bu şehrin adı,
Atalarımız hep bunu aradı…
Pekin’e, Delhi’ye, bunun için vardık,
Viyana burcunu bunun için sardık.
Artık tanıyalım mefkuremizi;
Düzelim yasamız ve töremizi!”
Yurtçular bu fikri edip istihsan,
Bütün ülkelere ettiler ilân.
Ay Hanım bu işe hep servetini,
Vakfetti, kimisi hamiyetini,
Kimi irfanını, kimi cehdini;
Birleşip yaptılar Turan mehdini.
(Lozan)ın yanında bir Türk beldesi
Şenlendi: Her fennin bir medresesi,
Ziraat, ticaret, sanat evleri
Yapılıp, oldu bir ümran meşheri,
Kız, erkek çocuklar gelip doydular,
Yeni Âdem, yeni Havva oldular.
Yavrucuk Türkler’e açık eşiği:
Yeni bir hayatın oldu beşiği.
Ay Hanım yaptığı dörüt-tedrisi
Bir müdür eline verip, kendisi
Bakû’dan bu yeni şehre gitmişti,
Müdürlük yükünü kabul etmişti.
Kalbindeki aşkı uyutmak için,
Turgud’u büsbütün unutmak için
Gece gündüz durmaz, ikdam ederdi;
Eksik arar, bulur, itmam ederdi.
Fakat yüzünden de olurdu ayan:
Gönlünde bir dert var herkesten nihan…
Turgud’a gelince, zavallı ressam
Her gece bir köyde ederek akşam
Az uz gitti, dağlar, dereler aştı;
Ülke ülke, şehir şehir dolaştı;
“Kızılelma nerde?” diye sorardı;
Ne bilen onu, ne düşünen vardı.
Kaşgar’da bir sabah gördü bir ilân:
Tepeden tırnağa titredi heman;
Çünkü “Kızılelma” sözleri, iri
Harflerle yazılmış; yanında biri
Diyordu: “Kimlerse evlatlarını
Verenler, yazsınlar ki adlarını,
Yakında kafile çıkacak yola
İlan ediyoruz ki malum ola!”
Turgut heyecanla yaklaştı, baktı;
Gözünden meserret yaşları aktı.
Lozan civarında imiş arağı:
Oraya dökülmüş Cennet toprağı…
Mutlak oradadır güzel hurisi,
Münevver Turan’ın yeni Tomris’i.
Yıllarca uyuyan ümidi güldü;
Çocuklarla birlik yola düzüldü.
Vaktâ ki erişti Kızılelma’ya
Müracaat lazım gelmişti Ay’a…
Müdüre bir mektup yazıp gönderdi:
Mektepte bir resim dersi isterdi.
Ay Hanım, muavin Tomris Hanım’a
Dedi: “Yarın getir onu yanıma;
Şimdilik onunla biraz sen görüş…”
Kalben dedi: “Acep çıkacak mı düş?
Beni ilk görüşte tanıyacak mı?
Bu bir boş masal mı, ya muhakkak mı?”
Kim bilir ne için bir gün intizar
Eylemek istedi, bunca ah u zar
Güya asla kâfi değilmiş gibi:
Kendi de bilmezdi, nedir sebebi.
Biraz sonra Tomris geldi hiddetle,
Dedi: “ Bu bir mecnun, hem de şiddetle,
Kızılelma’yı bir rüyada görmüş,
Beni de güya o esnada görmüş!
Kişverler dolaşmış, sormuş herkese
Bir salık vermemiş ona hiç kimse.
Daha birçok şeyler… Deli vesselam!
Gözü dalgın, aşkı coşkun bir adam.”
Ay Hanım bu sözden hemen sarardı,
Kalbini elemli bir şüphe sardı.
Acaba rüyada gördüğü bu mu?
Turgut sevdiğini bunda buldu mu?
Hakikat bu ise ne büyük heyhat!
Artık ona dûzah olacak hayat.
Bir resim hocası olmuştu Turgut,
Ay Hanım büsbütün sönmesin umut.
Diyerek Turgud’a görünmedi hiç.
Haftalar geçiyor, yanıyordu iç.
Turgut odasına çekilir her gün
Tomris’in resmini nakşetmek içün
Çalışırdı, bunu Ay Hanım bilir,
Her gün gönlü bir kat daha ezilir,
Gizlice ağlardı; nihayet bir gün
Denildi var imiş parlak bir düğün:
Tomris’le Ertuğrul evlenecekmiş,
Hatta bu perşembe günü gerdekmiş…
Turgut işitince, yıldırım gibi,
Bir darbeye uğrar, sarsılır kalbi.
İntihar: Bu fikir doğar içine;
Gider civardaki bir gar içine,
Elinde tabanca, beynini hedef
Etmiş, bir lâhzada olacak telef…
Ay Hanım bu hali sezip evvelce
Turgut’u gözetler imiş gizlice.
Turgut, tam tetiği çekecek iken,
Kolundan şiddetle tutarak, birden
Dedi: “Turgut, yapma, bu iş pek günah!”
Turgut döndü, baktı, dedi: “Sen mi ah?
Ey Tomris Sen misin?” Ay dedi “hayır,
Ben Tomris değilim, bana Ay çağır.”
-O halde Tomris kim? – O başka kadın.
-Kocaya varacak o mudur yarın?
-Evet o… – Ah lakin size çok benzer.
-Hayır, ben kumralım, o ise esmer.
-Gözleri mavi mi? –Bilakis siyah.
-Demek ki ben onu görmemişim ah.
Daima ben seni onda görerek,
Bir insan kızını sanmışım melek,
Fakat acep niçin görmedim seni?
-Üç yıl evvel birgün gördünüz beni.
Rüyada mı? – Hayır; rü’yet içinde;
İstiğrak gibi bir halet içinde.
“Kızılelma’ya dek” demiş bir çiftçi;
Size müphem kalmış bu sözün içi…
Görünce beni siz, Kızılelma’da
Bir peri zannedip sonra rüyada
Görünmüş gibi; bir hayâl sandınız:
Olmuş bir vakayı masal sandınız.
Geldiniz evime; hocamdan tedbir
Sordunuz; rüyanız edildi ta’bir.
Cevaplar göründü size pek donuk;
Fakat bana açtı bir yeni ufuk.
Düşerek işte bu tatlı sevdaya;
Vücut verebildim Kızılelma’ya.
Bu isimledir ki gezip her izi;
Burada nihayet buldunuz bizi.
-Ah şimdi anladım bu muammayı;
Uyanık gördüğüm uzun rüyayı.
Seni kâh huzur; kâh gaybde aradım;
Becayiş ettiler gözümle yâdım.
İptida gerçeği hayâl sanmışım,
Sonra da gölgeyi cemâl sanmışım.
Dediler; rüyetin uykuda imiş…
Uykuda değilmiş; Bakû’da imiş.
Evinize gelmiş sormuşum sizi;
Denmiş bana: “Belli değildir izi.”
Siz yapmakta iken Kızılelma’yı
Koşmuş aramışım bütün dünyayı.
Nihayet bulunca yine sapmışım,
Yalvac’a, Oğanım diye tapmışım!
Tomris’in çehresi çerçeve olmuş,
Zihnimdeki hayâl içine dolmuş…
Ona ait diye yaptığım resim,
Evvelce ruhumda imiş mürtesim…
Onu derken sizi tersim etmişim!
İptida bana da geldi bir vehim.
Rüya ona râci olmasın diye
Bir gün gizli girdim sizin hücreye…
Yaptığınız resmi gördüm anladım;
Lâkin o güne dek hayli ağladım.
-Ah! Ne bahtiyarlık, demek muhabbet
Size de okunu vurmuş… – Ah, evet…
Ulaştı bir düğün daha yarına,
Dördü de erdiler muratlarına.
Kızılelma oldu bir güzel Cennet:
Oradan Turan’a yağdı saadet.
Ey Tanrı icabet kıl bu duaya:
Bizi de kavuştur Kızılelma’ya!…
Ziya Gökalp
Teşekürrler